Modernleşmenin istisnasız olarak her alanı etkilemesi ve birçoğunu temellerinden değiştirmesi, ailenin “son kale” olarak savunulmasına neden oldu. Elbette çekirdek aile yapısının devletlerin müdahalesine daha açık bir aile modeli olduğuna ve sermayenin uzun süredir bu aile tipinin tercih edilmesine yönelik faaliyetler yürüttüğüne dair kanaatler görmezden gelinemeyecek kadar baskındır. Ancak ailenin ve özellikle kadının değişen konumu hususunda gösterilen
muhafazakârlık, sorunların görülmek istenmemesine ve en önemlisi de mevcut aile yapısının
makul bir bakış açısıyla eleştiriye uğrayamamasına neden oldu. Kadın ve erkeğin birbirini tamamladığı inancı, ailenin ancak dışarıdan bozulabileceği inancını besledi. Bugün de İstanbul
Sözleşmesi’ne dair yapılan eleştirilere bakıldığında dışarıdan bir müdahale ile yani Batı eli ile
ailenin bozulmaya çalışıldığı inancı ilk bakışta göze çarpmaktadır. Bu durum, Medeni Kanun’u
ve aile hukuku doğrudan Batıcı müdahaleye maruz kalmış bir toplum için temelsiz bir inanç
olmamakla birlikte hâlen ailede var olan, içeriden ve kişilerden, yapı ve değişim kaynaklı sorunların görmezden gelinmesine sebep olmaktadır. Kamuoyunda sıklıkla duyduğumuz ailenin
sarsılması, aslında kadın-erkek eşitliğinin birbirine yakınlaşması nedeniyle görünür olduğuna
ve son kalenin de yıkılmak üzere olduğuna dair inancın bir yansımasıdır.